Ölüm Gece Gelir

Sert polisiye benim tarzım değil. Bu türde kitaplar yazmıyorum. Ama bu türde yazılmış roman ve öyküleri her zaman büyük bir keyifle okurum. Ölüm Gece Gelir de bunlardan biri oldu. Bu tarz romanlara günümüzde Gerilim Polisiyesi deniyor. Gerilim Polisiyelerinde, tıpkı Rahat Polisiyede olduğu gibi Suç-Dedektif-Gizem(Katil Kim?) unsurları yer almakta. Farkı, dedektifin (ya da kahramanın) hayatının tehlikede olması. Genellikle suçun işlenmesiyle soruşturmanın yapılması aynı zamana denk düşüyor. Ancak bu kitaptaanlatılan olaylardan birinde bu iki zaman farklı.

Aslında bir okur olarak polisiye türleri arasında ayrım yaptığımı söyleyemem. Sonuçta iyi bir polisiye hangi türde yazılmış olursa olsun benim için makbuldür. Yani, iyi polisiye iyi edebiyattır!

Polisiye diye yayınlanan kitaplarda dikkat ettiğim tek husus, o kitabın gerçekten polisiye olup olmadığıdır. Polisiye öykü ile polis öyküsünü birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü insan, “polisiye” diye eline aldığı bir kitabı okurken birtakım beklentiler içerisine giriyor. Kitabın öncelikle bu beklentileri karşılaması lazım. Ondan sonra iyi bir kitap olup olmadığına karar verebiliriz. Polisiye olduğunu iddia edip aslında polisiye olmayan bir kitap, en nefret ettiğim kitaptır. Muhteşem bir edebi eser olsa bile bu yalan dolayısıyla onu affedemem ve kötü kitaplar listeme kaydederim.

Neyse ki Ölüm Gece Gelir, bir polisiyeden beklentilerimi asgari düzeyde de olsa karşılayan bir kitap oldu. Romanda olayları baştan sona, bazı kısa bölümler haricinde, dedektifin kendisi anlatıyor. Sürekli sokaklarda dolaşan, hayatı tehlikede olan, dayak yiyen, dayak atan, hatta öldüren bir dedektif bu. Zaman zaman filozofça laflar da ediyor, tıpkı atası Philip Marlowe gibi. Marlowe ile benzerlikleri fazla olsa da birçok benzemeyen tarafları da var. Günümüz sert polisiyelerinde dedektifin özel hayatı ayrı bir hikaye. Bu kitapta da durum aynı. Ancak, birçoklarında olduğu gibi asıl konudan bağımsız ve çıkarıldığında kitapta hiçbir eksiklik olmayacağı şeklinde değil. Dedektifin aile ilişkileri asıl öyküyle bağlantılı.

Olay Newyork yakınlarında küçük bir kasabada geçiyor. Cal, bu kasabada yaşayan bir özel dedektif. Kasabanın polis şefi kayınbiraderi. Karısı da yine karakolda ofis işleri yapan bir memur. Cal ufak tefek gözetlemeler, takipler yaparak yuvarlanıp giderken ailenin başına büyük bir felaket geliyor. 15 yaşındaki oğulları üç katlı bir binanın çatısından düşüp ölüyor. Roman işte bu kazanın üzerinden iki-üç ay geçtikten sonra başlıyor.

Cal’ın oğlu uyuşturucu kullanmaya başlamış, kaza da uyuşturucunun etkisindeyken gerçekleşmiş. Yani ortada polise göre suçlanacak kimse yok. Cal’a göreyse var; oğluna o son uyuşturucuyu veren kişi bu ölümden sorumlu. Cal, deli gibi oğluna uyuşturucuyu veren adamı bulmaya çalışıyor. Bulursa ne yapacak, öldürecek mi? Muhtemelen. Şiddete eğimli birisi o. Yedi yıl önce yaşadığı bir şiddet olayı yüzünden polislikten ayrılmak ve şimdi yaşadığı kasabaya yerleşerek özel dedektiflik yapmak zorunda kalmış.

Romanın asıl öyküsü ise Cal’ın bir gece arabasına aldığı ancak sonra ortadan kaybolan Belediye Başkanının kızıyla ilgili. Cal, arada birkaç cinayetin de işlendiği bütün roman boyunca bu kızı arıyor. Arayış esnasında yıllardır yaşadığı kasabayı hiç bilmediğini, insanların sırları olduğunu keşfediyor.

İki ayrı gizemin (biri oğlunun ölümü, diğeri kayıp kız ve onunla bağlantılı cinayetler) nefes kesici bir tempoda anlatıldığı bu sinematografik romanı beğendim. Hem aksiyon hem akıl yürütmeler hem de ters köşelerle  dolu keyifli bir roman.

Çok etkileyici bir açılışın ardından gelen yüz sayfa boyunca hiçbir ilerleme olmaması, kitabın küçük kusurlarından biri. Olmaması gereken ama kabul edilebilir bir  eksiklik deyip üzerinde fazla durmasam da kitap hakkında bazı eleştirlerim var elbette. En başta, anlatıcının ağzından yazılmayan, italik harflerle dizilmiş bölümler geliyor ki bence son derece gereksiz. Kitapta yer almasa çok daha iyi olurdu. Bu bölümler yüzünden kitabın sonlarına doğru tekrarlar ortaya çıkıyor. Bu da, okurken beni rahatsız etti.

Son elli sayfaya gelmeden kayıp kızla ilgili bütün esrar aydınlanıyor. Çözüm verildikten sonra kalan sayfaları okumak sıkıcı. Bu bölümlerde katilin nasıl yakalandığını öğreniyoruz ama bu hiç de merak edilecek bir konu değil. Pekala üç-beş cümleyle anlatılabilirdi. Elli sayfa uzatmaya gerek yoktu.

Kaybolma ve cinayetlerin sebebi ise beni çok tatmin etmedi. İnsan bu yüzden bu kadar kişiyi öldürür mü? Sebebepsiz yere cinayet işleyen sapıklar var ama burada katil aklı başında biri.  Kendini koruma güdüsüyle yapıyor her şeyi. Ama buna değmez bence.

Tahmin edileceği gibi, Cal’ın oğlunun ölümünün üzerindeki sırrın aydınlığa kavuşması ise birçokları için hoş bir büküm olabilir ama az n edilebilir olduğu da bir gerçek.

Enteresan olan bir nokta da şu: Genellikle Rahat Polisiyeye yakıştırılan düzen-kaos-düzen formu bu romanda da aynen mevcut. Başlangıçta sakin, huzurlu bir kasaba söz konusu. Ancak birden bu düzen bozuluyor, bir karmaşa ve kargaşa dönemi yaşanıyor, ardından kasabaya yeniden huzur geliyor.

Sonuç olarak, beğendiğim, bu nedenle de kısa bir sürede okuduğum bir polisiye roman oldu Ölüm Gece Gelir. Son zamanlarda polisiye diye elime aldığım ya da ekran karşısına geçip seyretmeye kalkıştığım pek çok romanı ya da filmi yarım bıraktığım düşünülürse, Ölüm Gece Gelir’in hiç de fena bir polisiye olmadığını söylemem gerek.

Alışveriş Sepeti
  • Sepetiniz boş.